Bir yaban gibi içine doluşturulduğumuz şu beton ve çimento ormanının üzerinde, her gün, rengi atmış bir şafak söküyor. Bütün bir gece oyunca ruhuuzu yırtmak için bekleyen 'saatlerin' özenle kuruulmuş mekanizması, günün ışıkları perdelerin şeftali çürüğü çiçeklerine dokunur dokunmaz ansızın boşalıyor. Boşalıyor ve biz, uzun süre mağarda unutulmuşmüptedilerin koku ve telaşıyla gözlerimizi güne aralıyoruz: SABAH!*
Yani sabah, bir öceki vahşi günün izlerini silememiş kanlı gözlerimizin; bulanık rüyaarımızın şekillendirdiği buruşuk çarşaflarımızın nikotinin sararrttığı çürümeye başlamış dişlerimizin arasında, kendi çiğ tanesini arayan masum bir bulut gibi gezinip duruyr. Yai sabah hâlâ bir inat olarak, hâlâ bir umut olarak; ilkin cüzdanımıza değil, dosyalarmza değil, kravatımıza değil, alnımızın derin çizgilerine dokunuyor...
Oysa biz, alnımızın arkasıa duran ve artık güneşin nereden doğdunu unutmuş odamıza kuşluk vakti doluşan kuş seslerinin nerede kaldıını hatırlamakta güçlük çeken çelimsiz aklımızla, lavabonun yerini bulmaya çabalıyoruz. Saçlarımızı kükürtlü bulanık bir suyla perdahlayıp; bizi kendisine hovarda eden hayat için azcık enerji toplayalım diye, yağa ve pul bibere bandırılmış iri zeytinlerin karşısına çömeliyoruz...
*alıntı*