Uyandım bir sabah… Telefonum kim bilir nerde… Artık on kez de yıkansam is, duman kokan saçlarımla, ellerimle yürüyen bir fosil haline dönüşmüşüm.
Manasız bakmaktan donmuş gözbebeklerim, sabitlenmiş tek noktaya. Üstümden sıyırdım çarşafı…
Pijamamın yukarı katlanan bacağımda ki çıplaklıkda görüyorum kesiklerimi.
Canımı yakmıyor aksine yenileri için yer var mı diye bakınıyorum göz ucuyla…
Sadece baktığı noktayı seçebilen, etrafındakileri ise perde var misali ile göremeyen gözlerim istem dışı, ayak alışkanlığı banyoya sürüklüyor beni…
Evde kimse yok işte yada okuldalar.
Ev yalnızlık kokuyor. Ev tuz kokuyor.
Banyoya adımımı atıyorum. Üşütüyor beni fayansların soğukluğu. Musluğun altına uzatıyorum sararmış parmak uçlarımı, kemikleşmiş ellerimi. Çeviriyorum sol elimle metal çıkıntıyı. Su akıyor tertemiz… Sıcacık…
Suyla sevişmem bitince kaldırıyorum binlerce düşünceden ağırlaşmış başımı. Korkuyorum aynalardan…
Gözleri kan çanağı, dudakları şiş, yanakları içe göçmüş, bakışlarıysa iyice kararmış hayaletten bozma insandan…
Ayaklarım bir alışkanlık mutfağa götürüyor beni. Çay? Olmaz. Daha sert bir şey lazım. Sütsüz, şekersiz bir kahve. Telvesi bol. Dilimde acılığı kalsın diye…
Cezveyi tutuyorum kulpundan, izliyorum sağ elimde dönen çay kaşığını.
Dalıyorum acemi bir dağlıç gibi hayallerimin dibine. Gözlerimin derininden taşıyor artakalan kırıklarım. Kahve de taşıyor, kalbim de taşıyor içimden…
Kahretsin diyorum annem yine kızacak. Hayalet halimle annemin ocağını düşünüyorum. Siliyorum hemen. Bezi ıslatmaya gerek yok. Tuzlu su ciften daha iyi..
Yine ayak alışkanlığı geçiyorum TV’nin karşısına. Yakıyorum mis kokulu bir sigara. Tutamıyorum ucunu. Önce saçlarım, sonra parmaklarım, sonra da sigaram yanıyor. Açıyorum televizyonu aptal bir gün diyorum. Herkes aptal! Ya da hayır, hayır; aptal olan kimse yok. Bakıyorum gidip gelen görüntüye. Seçmeye çalışıyorum yüzleri. Ağlayan bir kadın var. O da benim. Öğüt veren başka bir ses; o da benim. Ahizeden çıkma, yankılanan, suçlayan bir ses var; o da sensin…
Çığrından çıkıyor her şey. Benim, ordakiler. Ağlayan ben; hayalimdeki gelinliği giymişim. Dinleyen ben; en sevdiğim kazağı giymişim. Öğüt veren ben; en nefret ettiğim renk, pembenin her tonu bir ceket giymişim. Yaklaşıyorum TV’ye iyice yaklaşıyorum. Artık çok yakınız, görüntünün bulanıklığı artıyor. Hepsi aynı ağızdan, aynı cümleleri, farklı çığlıklarla haykırıyorlar. Şişşh! Diyorum ekrandan ağızlarına işaret parmağımı dayayarak. Susturamıyorum. Çekiyorum TV’nin sol yanından uzanan kabloyu..
Oh…Bitti işte… derken duvarlar başlıyor. Bu aralar çok asabiler ama söz dinliyorlar. Kesin diyorum kesin!... Susuyorlar.
Raftan bir defter çekiyorum. Boşluk dolu bir sayfa arıyorum. Buldum sonunda kıvırıyorum köşesini. Defteri kapatıyorum. Titrek ellerle kavrıyorum fincanı buz gibi. İçi boş. Fal bakacaktım kendime, silinmiş hepsi. Fincan buz gibi… Şaşırmıyorum.Belki duvarların yada şişelerin canı çekmiştir. Kahve nerde diye sorup rencide etmek istemiyorum. Gülümsüyorum tekrar dudak ucuyla. Amma da hani bugün… Sigara dudağımı yakıyor. Unutmuşum orda. Külleşmiş.. Varlığım gibi … Küresel olmasa da kişisel çok can acıtan düşlerim gibi…
Boşluk dolu sayfamı açıyorum. Kıvırdığım sayfayı bulmak zor değil. Kurşun kalemle yazmayı seviyorum. Zamanla yazdıklarımdan sıkılırsam, pişman olur, utanırsam siliyorum yer yer… Kalemimi alıyorum yerden, ucu kırık; fark etmez benim için.
Önce pencereleri açıyorum. Onun beraberinde kapılar çarpıyor “güm güm” korkuyorum. Ama olsun, ziyanı yok.
Kıvrılıyorum masamın başına… Yazıyorum. Yazıyorum. Bileklerim ağrıyor. Parmaklarım doğrulmuyor.
Ama yok hala il satırdayım. Bu boşluk dolmuyor. Oysa yazdım. Yazarken gördüm karanlığı…
Boş ver… İçimi döktüm nasıl olsa…
Bi sigara yakıyorum. Bu son sigarammış meğer. Kitapların arasına, masanın altına, tencerelerin içine bakıyorum. Nereye saklanmışlar acaba?
Bilmem. Şimdi oyun oynayacak halim yok. Elimde değil, dudaklarımın arasında sigarayla yatıyorum yatağıma. Pencereden güneş vuruyor odaya, sıkılıyorum. Güneş parlak, zeki adamları, neşeli çocukları, elele gezen sevgilileri hatırlatıyor bana; nedense… Hoşlanmıyorum aydınlıktan. Olsun ; gözlerimi kapatınca ne fark eder?
Yumuyorum gözlerimi, aklımda sen. Birbirine girmiş tüm fikirler arasında tek sabit kalan sen. Boynumu okşuyorum senin sıcak dudaklarını hissetmek için… Gözlerini hatırlıyorum… Nefesi içime akıyor o an… Acaba diyorum, şimdi nasılsın? Bakıyorum kendi içime. Sen kaplısın her yerde… Acaba diyorum nasıl? Nerde?
Oysa ki bana ne… Senle ilgilenmemi isteseydin gitmezdin değil mi? Boş veriyorum seni, senin beni boş verdiğin gibi…
Kahretsin diye başlayan uzun bir küfür serisi dökülüyor dilimden şakaklarıma doğru. Dudaklarım yine yandı. Artık halka şeklimde dudaklarım mor, şiş…
Fırlatıyorum odanın bir köşesine izmariti. Nereye giderse gitsin. İlgilenmeyeli uzun zaman oldu yaşadığım yerin temizliğiyle. Hoş, ilgilenmiyorum yaşamış olmamla bile… Anlamsız işte… Uyanmak, uyumak, içmek…
Converslerimi giymeyeli bir aydan fazla oldu. Pijamamsa 4 gündür üstümde. Hani annem üzülüyor ya ara sıra; yoksa ağlamıyorum fazla. Ya da ağlıyorum farkında değilim…
Dönüyorum sağ omzum üstüne. Müzik dinleyesim geliyor. Ama kendi şarkımı söylüyorum kendime… Yaşayan sesleri duymaya ne gerek var? Yine bir ölü fısıldıyor bana; “içimde ölen biri var” kapıyorum gözlerimi. Ne ses seda var evde, ne bir araba sesi sokakta. Terkedilmişlik hissi son safhada. Olsun. Kime ne. Omzum uyuşana kadar yatıyorum. Yatağımın yanında bir şey parlıyor güneşle. Ne o? Hatırlıyorum sonra ne işe yaradığını, içimdeki uyuşmuş kanı akıtıyorum onunla. Canlanmak için… Gidip alıyorum onu yerden. Düşenleri kaldırmak gerek. Vicdan meselesi. Sabah gözüme kestirdiğim yerler aklımda kalmış nedense o bulanık zihin içinde. Açıyorum bacağımı, deli gibi yarık. Hatta bir tanesi sanki öylece camı geçirmişim içinden. Etim kopmuş küçük bir yerden. Adını yazayım diyorum küçük oyuncağımla, olmaz vazgeçiyorum öylesine… Aslında öylesine değil aleyhimde delil olarak kalmasın diye, insanlar insancıklar beni “ben” gibi hatırlasın diye…
Ayak bileğimin kenarında ince bir çıkıntı. Üstünde çok hoş bir damar. “Hayır” diyorum. Bana ait bir şey böyle güzel gözükemez.
Düzgün dur diyorum. Kıkırdıyor. Kıskanma beni öcü diyor utanmadan. Yettin fahişe diyip çiziyorum üstünden…
Oh… Tüm fazlalık ordaymış meğer. Rahatlıyorum. Ruhum iyilik yapmış gibi nahoş, ve fikrim şarap mahzeninde varilmiş gibi ayyaş…
Sıkılgan ruhum sıkıldı ine kendinden. Ayağa kalkıyorum. Yatak sakinleştiremiyor beni. Terliyorum. Oysa sakinim. Oysa hareketsizim. Yürüyorum oda içinde. Ayağımı hissetmiyorum. Bastığım yerde izim kalıyor ama tek bir şey var aklımda; sigara…
Girişe geçiyorum. Kapının karşısında yığılıyorum koltuğa. Ne oldu Allahım diyorum? Ne oldu bana? Üşüyorum diyorum. Üşüyorum Allahım bak bana. Görebiliyor musun beni? Sen kendini bile sevmiyorsun yalandan yalvarma diyor. Kızıyorum, peki diyorum peki…
Koltukta dayıyorum elimi şakağıma. Kapatıp gözlerimi düşünüyorum. Havai fişekler gibi düşüncelerim. Bir anda ortaya çıkıp süzülüveriyor yavaşça. Farkına varamadan geçiyorum diğer bir olaya. İçimde önlenemez, karşı konulamaz bir fırtına… Yine sen geliyorsun aklıma. Ne demiştin bana? Git… İstemiyorum artık… Öyle mi? Peki…
Giriyorum yatak odasına, bir sigara bulurum umuduyla. Döküyorum dolabı bir kutu. En dipte en köşede. Ayakta duramıyorum, tutunuyorum dolabın kapısına. “Sakin” diye sesleniyorum kalbime. Ellerim titriyor, üşüyorum…
Ama yaklaştım büyük karanlığa, hissediyorum. Ev kararıyor, güneş gitti çok şükür. Açıyorum kapağını kutunun. İşte orda…
“Bırak kendini” diyor bir ses. Düş artık, mülteci umutlara tutunacağına… Umut? Ben bu kelimenin anlamını unutalı çok oldu. Ama tekrar can buluyor, bakıyor bana koca gözleriyle umut…
Madem diyor beceremedin bu hayatta, yeni hayatın anahtarı benim diyor korkma. Oysa aradığım sadece sigara. Gömleğim geliyor elime. Soruyorum ona. Bence de diyor. Seni örtmek istemiyorum artık diyor. “Zarar veriyorsun dokunma” Ben neye zarar vermiyorum ki,ha?
Ama işte orda yeni hayatım.
Tutuyorum sağ elimle. İçimi döktüğüm, fikirlerimi çoğalttığım elle; boşaltmamak istiyorum artık ağır başımı…
Hayat beni yenmeden gitsem iyi olur diyorum buralardan. “Artık yenilecek bir insan yok, öcü” diyor pencere. Kes sesini diyorum. Elimdeki cam parçasını fırlatıyorum ona. Öyle sıkmışım ki parmaklarım artık paramparça. Ama sağ elim sağlam. Ağır olmasına rağmen kavrıyor bir tutuşta. Tam kulağımın üstüne dayayıp fısıldıyorum tekrar. Duvarlara… Kağıtlara… Kıyafetlerime… Eşyalarıma…
“Uyandırmayın gece kardeşlerimi. Çok konuşupta. Eğer beni sorarlarsa mutluydu diyin. Tek kusuru çok kahve içerdi. Kardeşlerime ninni söyleyin benim ağzımdan. Annem ağlarken gizleyin onu. Susturun… ve.. unutmayın beni.. sevin… Hiç değilse duvar da olsa saat de olsa bir sevenim olsun, razıyım.Bunu ben seçmedim unutmayın. Her gülüşümde sapladılar kalbime okdan beter laflarını.. ve dilleriyle deştiler beynimi…
Saat konuşuyor şuan. Uzattın diyor, çok uzattın. Kalmaya meraklıysan bırak onu diyor. Sende gidecek yürek yok. Kes sesini diye haykırıyorum son kez…
Daha bitmedi söyleyeceklerim, konuşuyorum. Sana geliyor ses. Susuyorum.
Gökyüzü… Bilirsin sevmem aydınlığı ama söyle ona “aydınlık bir havada seni görebilmek için sabahı beklemek zorunda kalırdı, o zamanlar beni sevdiği tek zamanlardı”
Bak ona gökyüzü… Bak ona izle benim için. Ya da boşver. Hissetmez bile gittiğimi. Çünkü o bana ne dedi? Git dedi… İstemiyorum dedi… öyle mi? Peki…
Saatle gözgöze geldi… 7ye 10 kala… Saat tam açacaktı ağzını…
Güm..
Her yanı yandı birden.
Düştü küçük melek oturduğu bulutların üzerinden…
Gözünde biriken son damla düştü sol avucundan…
Her şey güzel, her şey rahat, ölen biri içinde saklı değil, ortada…
Elveda kardeşlerim, elveda anne, elveda